Bu yazımızda, ölüm kavramını Budizm perspektifinden ele alıp Batı ve Doğu medeniyetlerinin ölümü algılama şekilleriyle ilgili bazı farklılıkları irdeleyeceğiz. Ölüm, yaşamın en temel motiflerinden birisi. Aşina olduğumuz ve çoğu zaman düşünmekten imtina ettiğimiz bir gerçeğin pençesindeyiz: Hepimiz bir gün öleceğiz. İşin aslı, bazı spiritüel ve ilahi spekülasyonları saymazsak ölümden sonra ne olduğunu tam olarak bilmiyoruz. Yani ölüm, insanoğlu için başlı başına bir muamma. Ritüelleri ve duygusal tezahürleri bakımından bir kültürden diğerine önemli ölçüde değişiklik gösterse de ölüm mevhumu, ezelden beri bilinmezliğini koruyor. Peki, Budizm’e göre ölüm nasıl yorumlanıyor? Öncelikle Budizm’i kısaca tanıyalım.
Yaklaşık 2.500 sene önce yaşamış, Siddhartha Gautama adıyla da bilinen Buda’nın, aydınlanma yolunda kendi kişisel deneyimlerini esas alarak oluşturduğu Budizm, özellikle Doğu ve Uzak Doğu Asya’da yaygın olan bir inanç sistemidir. Sanskritçe kökenli olan “Buda” sözcüğü aydınlanmış, uyanmış gibi anlamlara gelmektedir. Budizm öğretisinin temelinde, yaşamın beraberinde ızdırap getirdiği prensibi yatmaktadır. Bu gerçeğin anlaşılmasının ardından Sekiz Aşamalı Asil Yol’a girilip gerçekliğin hakiki dokusu idrak edilerek nirvana olarak adlandırılan aydınlanmaya ulaşılabilir. Budizm’e göre ölüm, yaşam deneyiminin doğal ve kaçınılmaz sonucudur; tıpkı doğum gibi bir geçiş aşamasıdır. Aslolan, ızdırap ile özdeşleşen dünyevi hayatın kısır döngüsünden kurtulup aydınlanmaya ulaşabilmektir. Bu açıdan, Budist uygulamalar zihinsel ve bedensel bağlardan özgürleşme amacına yönelik olan meditasyon üzerine yoğunlaşır çünkü meditasyon esnasında evren ile insan arasına kalın bir duvar ören ikilik anlayışı yok olur ve zihnimiz nihai gerçeklik olan kozmik bilince karışır.
Budist geleneğe göre yaşam, herkesin kendi rolünü oynadığı bir oyun, kozmik bir dans olarak nitelendirilir. Her şey birbiriyle bağlantılı ve dolaşıktır. Bu yüzden de yaşamın, sert ve acımasız görünüşünün altında yatan şefkatli dokusunu görebilmek adına daima kendi projeksiyonlarımızı yarattığımızın farkına varmak için evrensel sevgiyi geliştirmeye yönelik pratiklere vurgu yapılır. Parçası olduğumuz illüzyonu aşmanın yolu, huzurlu bir zihne sahip olabilmekten geçer. Ayrıca, Budizm’in önemli bir bileşeni olan reenkarnasyon inancı, bu yaşamda olmasa da başka bir yaşamda aydınlanma için her zaman bir şansımız olduğunu varsayar.
Ölüm deneyiminin, Batı ve Doğu tarafından farklı şekillerde değerlendirildiğini söylemek yanlış olmaz. Batı’da özellikle tek tanrılı din inancının yaygın olduğunu düşünürsek bu farkın sebebini daha iyi anlayabiliriz. Örneğin, Hristiyanlığa göre ölüm, Tanrı önünde verilen yaşamsal sınavın sona ermesidir. Kıyamet gününde, işlediği sevaplara ve günahlara göre değerlendirmeye tabi tutulan bireyin ebedi akıbeti, bilgeliğinden ve bağışlayıcılığından şüphe duyulmayan Tanrı’nın inisiyatifindedir. Tanrı nezdinde en iyi performansı sergileyerek cennete gitmek için tek bir şans vardır. Bununla beraber, cehenneme gitme ve hatta orada sonsuza kadar kalma göz ardı edilemeyecek bir olasılıktır. Bu çerçevede, zorlu bir sınav gibi addedilen yaşam, özü itibarıyla gözden kaçırılabilir ve sürekli bir panikle gölgelenebilir.
Sonuç olarak, Budizm’de yer bulan reenkarnasyon inancının, yaşamı bir sınavdan ziyade bir deneyim olarak görme eğilimini artırdığını söyleyebiliriz çünkü bireyin gözünde ölüm deneyimi, başka bir yaşamda aydınlanma şansı veren bir geçiş merasimine dönüşür.
* Bu blog yazısında kullanılan görsel Leonard Laub’a aittir.