1931’de Milletler Cemiyeti Edebiyat ve Sanat Daimî Komitesi, Uluslararası Entelektüel İş Birliği Enstitüsü’ne, temsilci entelektüeller arasında mektup alışverişi düzenlemesi talimatını verir. Bu kapsamda, Albert Einstein ve Sigmund Freud savaş üzerine mektuplaşırlar.
İlk mektubu yazan Einstein’ın ana sorusu, insanlığı savaş tehdidinden uzak tutmanın bir yolu olup olmadığıdır. Modern bilimin ilerlemesiyle bu konunun uygarlığımız için bir ölüm kalım meselesi hâline geldiğini ileri süren Einstein, Freud’u insan psikolojisine ilişkin geniş kapsamlı bilgisi ile bu sorun üzerinde düşünmeye davet eder. Ardından Einstein, milletler arasında ortaya çıkan her türlü ihtilafı çözmek için beynelmilel bir yasama ve yargı organı kurulması şeklindeki mütevazı görüşünü dile getirir. Böylelikle, her ulus hareket özgürlüğünün ve egemenliğinin belirli bir kısmından feragat edecektir. Ayrıca, Einstein psikolojik bir faktör olarak gördüğü siyasi iktidar açlığının barış çabalarını felç ettiğini ve yönetici sınıfının bu türden herhangi bir sınırlamaya düşman olduğunu savunur. Ona göre, silah üretip satarak kişisel çıkarlarını korumak ve otoritelerini genişletmek için savaşı gözeten küçük ve kararlı bir grup insan vardır. Einstein, bu küçük grubun, çoğunluğun iradesini nasıl etkileyebildiğini sorar ve kendince bunun cevabı, egemen sınıfın okulları, basını ve dinî kurumları kontrol ettiği ve böylece kitlelerin duygularını yönlendirdiği yönündedir. Einstein’a göre, iradelerini teslim ederek canlarını feda etmeyi göze alan insanların coşkusu akıl alır gibi değildir. Sanki insanlar, nefret ve yıkım için şehvet duymaktadır. Normal zamanlarda bu tutku gizil hâlde olmasına rağmen, bunun tetiklenmesi ve kolektif psikoza dönüşmesi kolaydır. Mektubun sonunda Einstein Freud’a, bu nefreti ve yıkıcılığı önlemek için insanların zihinsel evrimini kontrol etmenin mümkün olup olmadığını sorar.
Freud, Einstein’ın mektubuna bir ay sonra yanıt verir. Genel bir ilke olarak insanlar arasındaki çıkar çatışmasının şiddet kullanılarak çözüldüğünü vurgular. Bu durum, insanların kendilerini dışlayamayacakları hayvanlar âlemi için de geçerlidir. Kas gücünün toplumdaki maddi unsurların dağılımını tanımladığı küçük bir insan grubunu örnek gösteren Freud, birkaç zayıf bireyin birleşerek tek bir güçlü bireyle rekabet edebileceği evrimsel yolu açıklar. Bu, doğa durumunda (State of Nature) mevcut olan tehlike ve riskleri ortadan kaldırmak için fikir birliğine varılan Hobbesçu bir yaklaşımı getirir. Freud, gücün daha büyük bir birliğe aktarılmasıyla topluluk şiddetinin hüküm sürme eğiliminde olduğunu belirtir. Çıkar üzerine bir araya gelen bir topluluğunun ortaya çıkışı, grup üyeleri arasındaki duygusal bağların gelişmesine yol açmaktadır ancak topluluğun adalet anlayışı, eşit olmayan güç dengelerinin bir ifadesi hâline gelir; yasalar, daha ziyade güçlüyü koruyacak şekilde düzenlenir. Bu şekilde, grubun ezilen üyeleri daha fazla güç elde etmek için sürekli çaba harcarlar. Bu çatışma, yeni kuralların ortaya çıkışını doğuran ve beraberinde şiddete yol açan girişimlere neden olur. Freud, bu geçişe örnek olarak Fransız Devrimi’ni gösterir. Öte yandan, topluluk üyelerinin kültürel dönüşümü barışçıl sonuçlara da yol açabilmektedir.
Mektubun devamında Freud, Einstein’ın çatışmaları çözmek için oluşturulabilecek milletler üstü kurum önerisini ele alır. Hukukun aslında kaba kuvvetten ibaret olduğunu ve böyle bir yaptırım gücü olmadan gerektiği gibi işleyemeyeceğini savunan Freud, bu girişimin başarısızlığa mahkûm olduğunu düşünmektedir. Devamında Freud, insan içgüdülerinin; korumayı, birleştirmeyi amaçlayanlar ve yok etmeye, öldürmeye yönelenler olarak ikiye ayrılabileceğini söyleyerek hipotezini geliştirir. Bu, bir bakıma yaşamda hayati bir rol oynayan çekme ve itme kutupluluğunun dışa vurumudur. Freud’a göre, bu içgüdüleri gerçek tezahürlerinde yalıtmanın zorluğu, onları fark etmemizi engelleyen şeydir. Bu bağlamda, belirli bir eylem aslında çoklu içgüdüsel dürtülerin sonucudur. Freud, bir düşmanı öldürmenin, yaşamı, cansız maddeden oluşan orijinal durumuna indirgemeyi amaçlayan içgüdüsel bir eğilim olduğunu ileri sürer. Nesnelere yönelik ölüm içgüdüsü olarak da adlandırılabilecek olan bu eğilim, tüm tehlikeli ve çirkin dürtüler için biyolojik bir gerekçe oluşturmaktadır. Bu noktada Freud, Einstein’ın bu eğilimin savaş örneğinde olduğu gibi kolayca şiddet içeren eylemlere yönlendirilmeye hazır hâle geldiği iddiasına dikkat çeker. Savaşa girme hevesi, yıkıcı içgüdünün bir sonucuysa bunun karşıtı olan Eros’u benimsemenin en iyi karşı plan olacağını belirtir.
Freud, savaşa başkaldırmanın ve pasifist olmanın temelinde organik sebeplerin yattığını düşünmektedir. Çağlar boyunca, insanlık kültürel bir evrimden geçmiştir. Yaşadığımız tüm olumlu ve olumsuz deneyimler, bu sürecin sonucudur. Freud’a göre, modern uygarlığın tabi olduğu değişimler, içgüdüsel dürtüleri kısıtlamaya yöneliktir. Uygarlığın büyümesini teşvik eden her şey, aynı zamanda savaşa karşı çıkmaktadır.
Değişik bir bakış açısı sunması babında, James L. Fitzgerald’ın yorumunu aktararak yazımızı noktalayalım. Mahabharata adlı Hint destanına atıfta bulunan Fitzgerald’a göre savaş, her insanın özünü oluşturan Rudra’nın (Hint tanrısı) öfkesinin bir yansımasıdır ve insanlar arasındaki kötülük dalgası büyüdüğünde insanlığın kendini yok etmek için kullandığı bir yöntemdir. Fitzgerald’ın yorumu, insanlığın kötücül bir dip akıntısı biçimindeki bitmek bilmeyen ölüm içgüdüsüyle birlikte tanrısallığın savaş mevhumundaki rolünü açıkça yansıtmaktadır.
* Bu blog yazısında kullanılan görsel Birmingham Museums Trust’a aittir.