Graham Priest ve Çelişkiyi Aşma

Bu yazımızda, kısaca Graham Priest’ten bahsedip kendisinin İfade Edilemez Üzerine Konuşma, Doğu ve Batı (Speaking of the Ineffable, East and West) adlı makalesinde yer verdiği ifade edilemezlik kavramı ile ilgili fikirlerini aktarmaya çalışacağız.

1948 yılında doğmuş olan Priest, hâlen Amerika’daki New York Şehir Üniversitesi’nde (CUNY) felsefe profesörü olarak kariyerini sürdürmekte olup Melbourne (Avustralya) ve Bochum Ruhr (Almanya) üniversiteleriyle de bağlantılı olarak çeşitli akademik faaliyetler yürütmektedir. Klasik olmayan mantık, metafizik, felsefe tarihi ve Budist felsefesini temel alarak mantıksal paradoksları irdeleyen çalışmalarıyla tanınan Priest’in 300’ün üzerinde makalesi ve sekiz kitabı bulunmaktadır. 2015 yılında Rijeka Üniversitesi’nde (Hırvatistan) gerçekleştirilen mantık konferansında yaptığı konuşmanın yazılı versiyonu olan söz konusu metin, Priest’in felsefi anlamda ifade edilemezlik kavramını tanıtmasıyla başlar ki bu teşebbüs bile aslında bir çelişkiyi beraberinde getirmektedir. Ona göre, bu çelişkiyi aşmanın yolu, çelişkiyi kabul etmekten geçer. Priest, çelişmezliği en temel mantık ilkesi olarak kabul eden Batı felsefesinin bunu başarmakta güçlük çektiğini, bu konuda Hint felsefesinin daha iyi sonuçlar verebilecek tamamen farklı bir bakış açısına sahip olduğunu vurgular.

Priest, ilk olarak Wittgenstein’ın Tractatus adlı eserine odaklanır. Titizlikle kaleme alınmış, kısa ve özlü cümlelerden oluşan Tractatus‘un merkezinde dilin imkânı ve sınırlarına ilişkin sorgulama yatmaktadır. Bu bağlamda, doğru bir önermenin, işaret ettiği nesnelerin dizilişini yansıtan bir dizilimde olması gerekmektedir. Wittgenstein, dilin ancak belirli bir yapıya sahip olduğunda belirli bir anlamı olduğunu ve bu nedenle dünyanın dilde temsil edilebilmesi için bu yapıda olması gerektiğini ileri sürer. Dahası, Tractatus‘un sonunda Wittgenstein, dilin dünyayla ilişkisi hakkında kesin bir şey söylenemeyeceği iddiasında bulunur. Priest, Wittgenstein’ın felsefesindeki ifade edilemezliği, biçim ve nesnenin farklı oluşuna bağlar. Priest’e göre Wittgenstein zaten bu ikilemin farkındadır ve bunu açıkça dile getirmektedir.

İkinci olarak Priest Heidegger’e bakar. Heidegger’in felsefesinin temelini varlık kavramı oluşturur. Heidegger, varlığın ne olduğunun tam olarak ifade edilemeyeceğini ama özellikle şiir gibi sanatsal aktivitelerde varlığı gösteren çeşitli boyutların bulunabileceğini öne sürmektedir. Bu durum Heidegger için de bir çelişkidir ve kendisi çeşitli yazılarında bu çelişkiye değinmektedir.

Üçüncü olarak Priest Doğu’ya döner ve Budizm’e odaklanır. Budizm’in temel fikirlerinin, Buda tarafından ifade edildiğini biliyoruz. İlk sutralar, Buda’nın sözlerini ve takipçileriyle yaptığı konuşmaları kaydeder. Mesela, takipçileri Buda’ya “aydınlanmış insanların ölümden sonraki hâlini” sorar. Buda, bu ve buna benzer soruları çeşitli şekillerde cevaplar ve diyalog böyle devam eder. Bu konuşmaların birinde Buda aynı anda dört olasılıktan bahseder. Bunlar varlık, yokluk, her ikisi ve hiçbiridir. Aynı zamanda bu olasılıklar, “dört köşe” olarak tercüme edilebilecek “catuskoti” kavramının da özünü oluşturur. “Catuskoti”ye göre, herhangi bir iddia ortaya atıldığında dört olasılık vardır: doğru, yanlış, hem doğru hem yanlış, ne doğru ne de yanlış.

İlerleyen dönemde, Prajnaparamita Sutraları’nın ortaya çıkışıyla yeni bir Budizm türü olan Mahayana Budizmi gündeme gelir. Priest, MÖ 2. veya 3. yüzyılda yaşayan Nagarjuna’nın bu oluşumda önemli bir rolü olduğundan bahseder. Buda ile beraber Budist tarihinin en önemli düşünürlerinden birisi olarak kabul edilen Nagarjuna, “catuskoti”nin dört olası yorumunu listeler ve ardından bunların hiçbirinin uygulanabilir olmadığını belirtir. Bir durum hakkında söylenebilecek tek şey bunlar olduğuna göre, aydınlanmış kişinin ölümden sonraki hâlinin ifade edilebilmesi mümkün değildir. Ayrıca Nagarjuna, nihai gerçekliği de bu ifade edilemezlikle özdeşleştirir.

Metnin sonuna doğru Priest, “catuskoti”ye odaklanarak ifade edilemez olanı ifade etmenin bir yolu olduğunu ve bunun çelişkiyi kabul etmekten geçtiğini söyler. Ona göre bir dil bu nosyonu mükemmel bir şekilde formüle edebilir ancak Batılı perspektiften bakıldığında bu tutarsız görünecektir. İspat aşamasında, dört değerli bir mantığa dayanan bir diyagram sunan Priest, belirli bir değeri olan bu argümanın doğru olduğunu öne sürer. Priest, yapıya beşinci olasılığı, yani ifade edilemezliği eklediğinde bunun argümanın değerini değiştirmediği sonucuna ulaşır. Üçüncü ve son aşamada, bir şeyin hem ifade edilebilir hem de ifade edilemez olma olasılığı devreye sokulur. Priest bunu, anlamsal taşıyıcıların birden fazla değer almalarına izin vererek gerçekleştirir. Nihayetinde Priest, bir şeyin nasıl ifade edilemez olabileceğini gösteren ve aynı zamanda ifade edilebilirlik değerlerinden birini haiz olan kesin bir teknik modele ulaşabileceğini belirtir.

Sonuç olarak, irdelediğimiz metinde Priest’in, ifade edilemez bir kavram üzerine konuşurken gündeme gelen çelişkiyi kabul ederek bu çelişkinin ortadan kaldırabileceğini iddia ettiğini ve bunu klasik olmayan mantıktan yararlanarak kanıtlamaya çalıştığını söyleyebiliriz.

* Bu blog yazısında kullanılan görsel NinaAltentaller’e aittir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir