Bu yazımızda, maddecilik olarak da bilinen materyalizmi tanıtıp materyalizme karşı sunulan üç ana argümanı irdeleyeceğiz. Etimolojik olarak “ahşap” anlamına gelen Latince “māteria” kelimesine dayanan madde kavramı, felsefi açıdan, fiziksel varlığın türediği temel ögedir ve düalist bir anlayışta “akıl” veya “form”dan farklıdır. Duyularımızla fiziksel niteliklerini algılayabildiğimiz çeşitli canlı ve cansız varlıklara dair günlük deneyimlerimize dayanarak maddenin varlığını kabul ederiz.
Madde anlayışımız zaman içinde önemli ölçüde değişmiştir. MÖ 450 civarında Demokritos, her şeyin atomlardan oluştuğunu iddia ederek atom fikrini ortaya attı. Neredeyse iki bin yıl boyunca göz ardı edilen bu fikir, 1800’lerde John Dalton’un atomu yeniden tanıtıp atom teorisini geliştirmesiyle tekrardan gündeme geldi. 1897’de Joseph John Thomson elektronları ve nihayet 1911’de Ernest Rutherford çekirdeği ve protonları keşfetti. Bu keşifleri, maddenin özüne yönelik arayışın yapı taşları olarak değerlendirebiliriz. 20. yüzyılın başında temelleri atılan kuantum fiziğiyle, çeşitli atom altı parçacıkların birbirleriyle olasılıksal bir şekilde etkileşime girdiği bambaşka bir boyutun farkına vardık.
Peki, materyalizm ne demek? Materyalizm ne anlama geliyor? En sade ifadeyle materyalizm, sosyal ve bilimsel disiplinlerin geniş bir yelpazesini kapsayan, maddeye öncelik veren bir dünya görüşünü ifade eder. Maddenin doğadaki temel öge olduğunu kabul eden materyalizm, bilinç ve zihinsel durumlar da dâhil olmak üzere her şeyin maddi etkileşimlerin sonucu oluştuğunu kabul eden bir felsefi monizm anlayışıdır.
Tarihsel bir perspektiften bakıldığında materyalizm, Sokrates öncesi dönemdeki filozofların düşüncelerinde mevcuttu. Bunlardan ilki sayılan Thales, tüm varoluşun temelinin maddi bir töz olan su olduğunu savunmuştur. Thales’ten sonra yaşayan filozofların da benzer görüşleri vardı. Örneğin, Anaksimenes için hava temel unsurdu.
Atomculuğun en önemli temsilcilerinden birisi olan Demokritos, materyalizmin gelişmesinde bir referans noktası olarak kabul edilebilir. Demokritos’un atom teorisi, her şeyin bölünemez ve yok edilemez atomlardan oluştuğu fikrine dayanmaktadır. 16. ve 17. yüzyıllarda, Antik dünyanın materyalist hipotezleri, Thomas Hobbes gibi çeşitli filozof ve bilim adamları tarafından yeniden yorumlandı. 20. yüzyılın başında, materyalist fikirler davranışçılar tarafından genişletilerek zihnin beyinle aynı olduğu ve gerçekten önemli olan tek şeyin organizmanın davranışı olduğunu iddia edildi.
Günümüzde ise işlevselcilik ve eliminatif materyalizm gibi materyalist teoriler hayli popüler hâle geldi. İşlevselcilik, zihin-beyin ilişkisini bir şekilde bilgisayarın yazılımı ve donanımı arasındaki ilişkiye benzetir. İşlevselciliğin temel fikri, bilinçli zihinsel durumların, onları fiziksel olarak oluşturan şeylerden ziyade bir organizma içinde oynadıkları işlevsel rolle tanımlanmalarıdır. Eliminatif materyalizm ise beynin nasıl çalıştığına tam olarak vâkıf olduğumuzda hafıza, duygu vb. kavramları anlayabileceğimizi öne sürmektedir. Bu çerçevede, tüm psikolojik, ahlaki ve sosyal olgulara dair bilimsel açıklamalar, beyne indirgenmektedir. Tarihsel süreçte materyalizme karşı sunulan birçok argüman bulunmaktadır. Bu yazımızda, bunların en bilindik üç tanesine yer vereceğiz.
İlk olarak, materyalistler zihnin beyne eşit olduğunu, yani zihinsel aktivitelerin nöronların etkileşimi ile oluştuğunu savunurlar. Tüm ampirik kanıtlardan, insan bilincinin, beynin işleyişiyle güçlü bir şekilde ilişkili olduğu açıkça görülmektedir. Örneğin, insanlarda hastalık, felç veya travma nedeniyle belirli beyin bölgelerinde oluşan hasar; algı, duygu ve hafızada bozulmaya yol açabilmektedir. Bu noktada, beynin zihinle bir tutulması konusunda kritik bir soru akla geliyor. Joseph Levine, bilinci açıklamaya yönelik herhangi bir materyalist girişimin zorluğunu ifade etmek için “açıklayıcı boşluk” terimine başvurur. Keza David Chalmers da beyindeki fiziksel süreçlerin öznel bilinçli deneyime nasıl neden olduğunu açıklamanın zorluğuna atıfta bulunan “bilincin zor sorunu” ifadesini kullanarak benzer bir sorunu dile getirir. Materyalistler, zamanla bilimin bu açığı kapatabileceğini ve sözü edilen sorunun kendiliğinden çözüleceğini ileri sürerler. Ancak, gelecekte ulaşacağımızı tasavvur ettiğimiz bilimsel gelişmişlik seviyesi, zihinsel fenomenler hakkında yeterli veri sağlayamayabilir. Dolayısıyla, tam olarak gerekçelendirilemeyen beyin ve bilinç arasındaki ilişkinin materyalizm için ciddi bir handikap olduğunu kabul etmeliyiz. Buna ek olarak, sübjektif fenomenleri anlamlandırmanın öznel bir faaliyet olduğu unutulmamalıdır. Thomas Nagel, 1974 yılında yayımlanan “Yarasa Olmak Nasıl Bir Şeydir?” adlı ünlü makalesinde, ideal bir gelecekte, fiziksel anlamda bir yarasanın zihni hakkında her şeyi bilebileceğimizi ancak yine de bilinçli deneyim açısından “yarasa olmanın nasıl bir şey olduğunu” bilemeyeceğimizi savunur. Bundan dolayı, yarasa deneyiminin belirli yönleri, insan anlayışı için her zaman bir gizem olarak kalacaktır.
İkinci olarak, maddeyi düşünüp değerlendirirken dilin kritik bir işlevi olduğunu unutmamalıyız. Genel bir terimin olduğu her yerde, ona karşılık gelen gerçek bir nesne olması gerektiğini düşünürüz. İşin aslı, gerçekten de genel bir “madde” fikrine sahip olmadığımız. Bunun yerine elma, ağaç veya sandalye gibi belirli şeylerle ilgili fikirlerimiz var. Aslında bunlar, doğrudan maddeye atıfta bulunmazlar. Bu anlamda dil, bir tanımlama aracından ziyade bir semboller sistemi olarak görülmelidir. Bu nedenle “madde” kelimesi, belirli bir sabit ampirik referanstan yoksun genel bir teorik kavram olarak düşünülmelidir. Ayrıca, maddenin kavramsal içeriği, bilimsel paradigmalara göre de farklılaşabilmektedir. Mesela, Antik Çağ’da hava, su ve ateş gibi fiziksel unsurlarla tarif edilen madde, Yakın Çağ’da atom kavramıyla ifade edilmeye çalışılmıştır. 21. yüzyılın eşiğinde, birincil maddeyi bulma arayışımız, yüksek teknolojik cihazlar yardımıyla gerçekleştirilen akıl almaz deneylerle hâlen devam etmektedir. Kim bilir, gelecekte belki de maddenin elektromanyetik dalgalardan veya küçücük sicimlerden oluştuğunu keşfedebiliriz. Bu olasılıklar bize, maddenin özünü bulmanın zorluklarını göstermektedir.
Üçüncü olarak, bazı filozoflar, maddenin varlığına dair yeterli kanıt olmadığını savunurlar. Örneğin, İdealist felsefenin önde gelen isimlerinden birisi olan George Berkeley, var olan her şeyin zihinler ve fikirler olduğunu ileri sürmektedir. Berkeley’in zamanında, doğanın kendi sabit mekanik yasalarına göre işlediğini varsayan Newton fiziğinin temeli üzerine inşa edilmiş, genellikle ateizm ve deizm ile ilişkilendirilen materyalizmin yükselişte olduğunu göz önünde bulunduralım. Felsefi açıdan Berkeley’in pozisyonunu daha iyi anlamak için 1999 yapımı “The Matrix” adlı kült filmi hatırlayalım. Filmde, gelişmiş bir bilgisayar tarafından özel hücrelere hapsedilen insanlar, kendi inisiyatifleri dışında yapay bir gerçekliğe bağlanarak enerji kaynağı olarak kullanılmaktadır. Gördüklerini, duyduklarını, kokladıklarını, tattıklarını ve dokunduklarını, bu hücrelerden çıkarılana kadar gerçek sanırlar. Bu mizansen, aynı zamanda, dünya ve evrenin aslında bir bilgisayar simülasyonu gibi yapay bir konfigürasyon olabileceğini varsayan “simülasyon teorisi”ni de çağrıştırmaktadır. Bu tarz olasılıkların varlığı, günlük hayatımızda madde deneyimine sahip olmamıza rağmen, maddenin nesnel olarak varlığına dair hiçbir ampirik kanıtın bulunmadığını göstermektedir. Benzer şekilde Doğu düşüncesinde, özellikle Budizm ve Hinduizm’de, yaşamın bir yanılsamadan ibaret olduğu, yani maddi gerçeklikten yoksun olduğu fikri hâkimdir.
Sonuç olarak, kökeni Antik Yunan dönemine kadar giden materyalizm düşüncesi, hayatın temeli olarak madde ve maddi ilişkileri esas alır. Bilhassa Demokritos’un atom fikri, çeşitli modern materyalist teorilere ilham kaynağı olmuştur. Son zamanlarda materyalizm, işlevselcilik ve eliminatif materyalizm gibi yeni biçimler almıştır. Bu minvalde geliştirilen ve zihinsel olguları doğrudan beyin fonksiyonlarına ya da davranışlara indirgeyen materyalist varsayımlara karşı, bilimin beyin ve zihin arasındaki ilişkiyi asla tam olarak açıklayamayacağı iddia edilmektedir. Zamanla tanımı değişen madde kavramının dilsel olarak net bir şekilde ifade edilememesi, meselenin bir başka boyutu. Ayrıca, Berkeley’in yüksek sesle dile getirdiği idealist bir bakış açısıyla, maddenin bağımsız bir gerçeklik olarak varlığına dair ampirik bir kanıt bulunmamaktadır. Simülasyon teorisinde de yer verildiği üzere, gerçek olarak kabul ettiğimiz varlık ve nesnelerin aslında bir simülasyonun parçası olabileceği fikri hiç de mantıksız değil. Bu argümanlar, insanlık tarihinde önemli ve ayrıcalıklı bir felsefi duruş olmasına rağmen, materyalizmin zaaflarını göstermektedir.
* Bu blog yazısında kullanılan görsel Rod Sot’a aittir.