Aşağıdaki öykü, 2017 yılında Süleyman Akdoğan tarafından Alan Watts’ın “ölüm enstitüsü” fikrinden esin alınarak yazılmıştır.
Enstitüye üç ay önce geldim. Bir sabah evden çıkıp rastladığım ilk taksiye bindim. Eski bir valiz vardı elimde. İçini tıka basa doldurmadım. Bir köşesine, annemden yadigâr kalan deniz kabuklarımı koydum. Kırılmamaları için atkımla sarıp sarmaladım. Hava pusluydu, yağmur çiseliyordu. İnsanları, binaları ve doğayı izledim yol boyunca. Kapkara bulutların ardında parıldayan güneşi hayal ettim. Hızla akıp giden yaşamın kıpırtılarına kulak kabarttım. Fısıltıları duydum, kelimelerin önü açıldı. Saklı anlamlar belirginleşti.
Şehre uzak değil burası. Seyrek sazlıklarla çevrili, küçük bir gölün kıyısında. Dört katlı, gösterişli bir bina. Önceden hastaneymiş. Yasa çıktıktan sonra enstitüye dönüştürülmüş. Gri duvarları sarıya boyanmış, tadilattan geçerek yeni bir çehre kazanmış. Çocuktum, dün gibi hatırlıyorum. Günlerce gazetelerde yazılıp çizilmişti. Televizyon programlarında tartışılmıştı. Mecliste kabul edilen Geçiş Yasası, bireyin özgürlüğünü yüceltiyordu. Kamuoyu, gecikmeyle de olsa insaniyet adına önemli bir adım atıldığı kanısındaydı. Ufak tefek protestolara rağmen çalışmalar kesintisiz sürdü. Enstitüler, büyük şehirlerde törenlerle açıldı. Yurt çapında konferanslar düzenlendi. Kataloglar basılıp tanıtım yapıldı. Halk, yeni yasayla tanışmıştı.
Enstitünün, gölü içine alan geniş bir bahçesi var. Yüksek bir duvarla sınırları çizilen arazinin güvenliğinden özel bir şirket sorumlu. Silahlı korumalar, etrafta kuş uçurtmuyorlar. Bahçe kapısından içeri girerken sıkıca arandım. Danışma kulübesinin önünde bekleyen gruba dâhil olmam söylendi. Yanımıza bir refakatçi verdiler. Hazır bekleyen minibüsle binaya doğru yola çıktık. Nilüfer çiçekleriyle örtülü havuzları gördüm. Yağmur dindi, derken güneş yüzünü gösterdi. Kulaklarımda, sevdiğim ezgiler yankılandı. Buğulu camdan dışarıya baktım. Havuzun çevresindeki çardakların altında insanlar kümelenmişti. Fıskiyelerden akan suların şırıltıları, sesleri perdeliyordu. Yine de kırgınlıkla dile getirilen itiraflar susmadı. Endişe ve bilinmezlik doluydu yakınmalar. Valizimi açıp deniz kabuklarımı çıkardım. Fısıltılar, başka seslerle bölünmemeliydi.
Lobide görevli, genç bir kadın karşıladı beni. Kendini nazikçe tanıtıp bazı formlar doldurmamı istedi benden. Mürekkep lekeleri ve açık uçlu sorularla dolu sayfalara aşinaydım. Fazla düşünmedim, hislerimi içtenlikle yansıttım. Yazdıklarıma göz gezdiren genç kadın, birkaç telefon görüşmesi yaptı ve beni, enstitü yöneticisi Meryem Hanım’la tanıştırmak üzere Turuncu Oda’ya buyur etti. O akşam, birinci kattaki restoranda yemek yerken konuşuldu. Terapi odaları renk renkmiş. En inatçı adaylar, Turuncu Oda’da konuk edilirmiş. Bizzat Meryem Hanım yönetirmiş bu odadaki seansları. Yıllar yılı gelenek hâline gelmiş. Meryem Hanım, vazgeçirdiği adaylardan aldığı hatıralarla donatırmış odayı.
Ön değerlendirme sonucu olumluydu. Dosyam açılır açılmaz geçiş talebim resmî olarak bakanlığa iletildi. İki buçuk ay süren terapilerin sonunda karar görüşmesine girdim. Bana kalsa ön değerlendirmeye bile gerek yoktu ancak Meryem Hanım, yasaya uygun ilerlenmesi yönünde ısrarlıydı. Geçiş izninin alınabilmesi, danışmanlar gözetiminde yürütülen geri kazanım terapilerine katılımla mümkünmüş. Üstelik, bu süreçte karar değiştiren aday sayısı azımsanamazmış. İş birliğinden yanaydım. Tek bir şart öne sürdüm: Deniz kabuklarımı yanımdan ayırmayacaktım.
Meryem Hanım terapilerle yetinmedi. Çat kapı, ikinci kattaki odama geldi kaç defa. Uzun sohbetlerimiz oldu. Seçeneklerimden bahsetti bana. Geçişimi istediğim kadar erteleyebilirmişim. Terapi süremi uzatıp durumumu yeniden gözden geçirebilirmişim. Ayrıca, çalkantılı zamanlarda hayati kararlar almak doğru değilmiş. Dördüncü kattaki geçiş ünitesi, son çare olarak düşünülmeliymiş. Meryem Hanım, ikna olmayacağımı biliyordu belki de ama kendi deyimiyle umuda taraf olmayı sürdürecekti. Üstüne üstlük, becerikli ve deneyimliydi. Beni isteklendirmek için özdeyişler söylerdi. Tanınmış filozoflardan alıntılar yapardı. Yıkıcı fırtınalar, beraberinde canlılık getirirdi. Elbette, zorluklar ve engeller olacaktı hayatta. Takılıp sendeleyecek, düşüp örselenecektik. Zaferlerin peşi sıra bozgunlar gelecekti. Aksi hâlde, sınırlarımızı keşfedip gerçek gücümüzün nasıl farkına varabilirdik? Mücadele, son raddeye kadar devam etmeliydi. İte kaka da olsa yolculuk sürecekti. Gerektiğinde ayakta kalanlar, düşeni tutup kaldıracaktı kolundan. Omuz verip yürütecekti.
Azimliydi Meryem Hanım, tuttuğunu koparırdı. Enstitüde herkesin dilindeydi yaşam öyküsü. Dişiyle tırnağıyla gelmişti buralara. Tıp fakültesinden mezun olur olmaz memuriyete başlamış, şehir şehir dolaşıp hizmette bulunmuştu. Başarılarıyla adından sıkça söz ettirmişti. Yasa yürürlüğe girince yeni oluşum içinde yer alması uygun görülmüştü. Hiç evlenmemişti. Enstitü onun eviydi. Sabah erkenden işinin başında olur, gece geç saatlere kadar çalışırdı. Adaylarla yakın olmayı severdi. Akşam yemeklerini, gün sayanlarla birlikte yerdi. Ayda bir düzenlenen moral gecelerine muhakkak katılırdı. Üçüncü kattaki göl manzaralı balo salonunda verilen veda resepsiyonlarını kaçırmazdı. Bir terslik olduğunda koridorlarda koşuştururken görürdüm onu. Dört asansörün de aynı anda bozulacağı tutardı. Geçiş ünitesinde ciddi bir sorun yaşanırdı. Yasa karşıtı bir gösterici, binaya izinsiz girmeye kalkışırdı. En kötüsü de adayların intihar girişimleriydi. Meryem Hanım, o hararetli anlarda soğukkanlılığı asla elden bırakmazdı. Etrafındakilere sakince talimatlar verip durumu kontrol altına alırdı.
Turuncu Oda’daki seansların uzadığı olurdu. Meryem Hanım, son kozlarını oynardı o vakitlerde. Odayı, can alıcı hamleye hazır hâle getirirdi. Zorlu adaylar için tasarlanmış oyun, hatıraların solgun ışığında sahnelenirdi. Danışmanları gönderirdi Meryem Hanım, yalnız kalırdık. Ceketini çıkarır, gömleğinin kollarını dirseklerine dek sıvardı. Perdeleri çeker, ışıkları kapatır, tavana asılı şamdandaki mumları yakardı. Mum aleviyle gölgelenen odada gelişigüzel dolaşır, gözüne kestirdiği bir eşyayı alıp karşıma otururdu. Çeşit çeşit bibloların, fotoğrafların ve aksesuarların hikâyelerini anlatırdı. Hatıra sahiplerinden övgüyle söz ederdi. Onlar, tercihlerini yaşamdan yana kullanıp yeni bir sayfa açmışlardı. Merak ederdi Meryem Hanım. Yanından ayırmadığı mavi kaplı deftere bir şeyler karalarken fikrimi neden değiştirmediğimi sorardı. Fısıltıları sebep gösterirdim. Başladı mı ardı arkası kesilmeyen sesleri dökerdim önüne. Damlanın, bir okyanusa nasıl dönüştüğünü tarif ederdim. Sular, azar azar birikirdi önce, derelere kol verirdi. Irmaklar çağıldar, vadiler boyunca yataklar eşilirdi. Çağlayanlardan dökülüp köpüren nehirler, denizlere taşınırdı. Belli belirsiz bir tını, karşı konulamaz bir çağrı oluverirdi. Bir nokta, bütünle birleşip kendini aşardı. Böyle bir davete, nasıl kayıtsız kalınabilirdi? Ölüm, başlı başına bir yanılgıydı. Biz, bir yere gitmezdik. O yerin, daima içindeydik çünkü. Zaman ve mekânın bir aradalığında hayaller oluşurdu. Kiminde aday, kiminde danışman olurduk. Roller değişse de kurgu tekrar edip dururdu. Yürümemiz gereken yolu bize hatırlatan fısıltılar hep kulaklarımızdaydı aslında ama onları susturmak için eğitilirdik. Bu deniz kabuklarını bana annem vermişti. Birinin, ejderha sırtını andıran kıpkırmızı çıkıntıları, ötekinin iç içe geçmiş mavi halkaları var. Kulaklarımı, fısıltılara açmamı tembihlemişti annem. Ne zaman yabancı sesler tarafından kesilir gibi olsalar bu deniz kabuklarını kalkan olarak kullanabilirmişim.
Dikkatle beni dinlerdi Meryem Hanım. Bazen, müsaade isteyip deniz kabuklarımı alırdı. Parmaklarını, pütürlü yüzeylerinde gezdirirdi. Hafif hafif sallayıp tartardı. Kulaklarına yakınlaştırıp öylece tutardı. Yılgınlık nedir bilmezdi Meryem Hanım. Yalnızca bir kez mesleğinden yakındığını işittim. Gün batımıydı. Gölü çevreleyen çakıl taşlı yolda yürüyüşe çıkmıştık. Yan yana geldikçe ellerimiz istemsizce birbirine değiyordu. Durgundu Meryem Hanım. Gözleri, gölün bulanık sularına dalıp çıkıyordu. Telefonu çaldı ansızın, irkildi, izin isteyip uzaklaştı. Kısık sesle konuştu. Son cümlelerine kulak misafiri oldum: Yasa, enstitü yöneticilerinin geçişlere tanıklık etmesini zorunlu kılıyormuş. İnce bir camın ardında yaşadığı o dakikalar, ömür törpüsüymüş.
Meryem Hanım ve iki danışmanla birlikte bakanlık temsilcisinin de hazır bulunduğu son görüşmede geçiş isteğimi yineledim. Gerekçelerim teker teker irdelendi. Oturum, tutanaklarla kayda geçildi. Meryem Hanım, sık sık gözlerini kaçırıp mavi kaplı defterinin sayfalarını karıştırıp durdu. Kendi aralarında kısa bir değerlendirme yaptılar. Heyet adına Meryem Hanım, terapilere devam edilmesi gerektiğini bildirdi. Yasa gereği son sözü ben söyledim.
Adaylığım kesinleşince iki hafta sonraya gün verdiler. Dördüncü kata taşındım. Gün sayanlardan biriydim artık. Restoranın başköşesinde yerim ayrıldı. Turuncu Oda’yla işim kalmamıştı. Fırsat buldukça bahçede dolaşırdım. Yorulunca tenha bir çardağın altına oturup etrafı seyrederdim. Meryem Hanım uğrardı ara sıra. Havadan sudan konuşurduk. Lafı döndürüp dolaştırıp fısıltılara getirirdi. Aklımı çelmesini engelleyen sesleri bilmek isterdi. Duyduklarımı ayrıntılarıyla aktarırdım ona. Bir tohumun filizlenirkenki şarkısını, gün doğumunun melodisini ya da yağmurun topraktaki tıpırtısını betimlerdim. Hoşuna giderdi anlattıklarım.
Geçiş ünitesi, asansörün hemen yanında. Güvenlik kordonuna alınmış beyaz bir kapısı var. O günlerde, önü hep kalabalık oluyor. Askılara branda gerip gizliyorlar kapıyı. Birileri girip çıkıyor. Sedye gıcırtıları arasında fısıldaşmalar duyuluyor. Dördüncü kattaki odalar, alt katlardakilere nazaran daha ferah ve aydınlık. Kuş cıvıltılarıyla uyanıyorum bazı sabahlar. Pencereden, uçsuz bucaksız bozkırı seyrediyorum. Sis çöküyor aniden, bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyor. Sicimlere bölünen boşluk, küçücük evlerle kesintiye uğruyor. O evlerde birileri yaşıyor.
***
Bugün veda ediyorum. Onuruma düzenlenen resepsiyon birazdan başlayacak. Şatafatlı bir uğurlama istemedim. Her şey sadelikle olup bitsin. Sabahtan, Meryem Hanım’ın odasına uğradım. Birkaç belge imzalattı bana. Her şeyin prosedüre uygun ilerlediğini ifade etti. Resepsiyondan sonra sağlık kontrolü olacakmış. Gece yarısından önce sedyeyle taşıyacaklarmış içeriye. Kısa sürüyormuş. Ağrı sancı hissetmeyecekmişim. Laf arasında, son bir isteğim olduğunu söyledim Meryem Hanım’a. Cebimden çıkardığım deniz kabuklarını uzatıp Turuncu Oda’da saklamasını istedim. Şaşırdı Meryem Hanım, eli ayağına dolaştı. Yavaşça koltuğundan kalkıp yanıma geldi. Karşımdaki sehpaya oturdu. Gözleri buğulanmıştı, fısıldarmışçasına sadece kararını değiştiren adaylardan hatıra kabul ettiğini belirtti. Ellerini tuttum, deniz kabuklarımı avuçlarının içine bıraktım. Benim için bir istisna yapmasını rica ettim. Hem, annemin anısını da yaşatmış olacaktım. Üstelemedi Meryem Hanım. Parmaklarını sımsıkı kapattı. Derin bir soluk alıp ayağa kalktı ve masanın kenarlarına tutunarak yerine geçti. Bakışlarımız son kez kesişti. Gözlerindeki hüzne aldırmadan gülümsedim. Odadan çıkarken yaklaşan güneşli günlerin müziğini mırıldandım.
* Bu blog yazısında kullanılan görsel Michael Krahn’a aittir.