Zaman zaman yaşamın anlamını sorguladığımız olur. Bunu yaparak aslında varoluşumuzu zaman ve mekân açısından konumlandırmaya çalışırız. Doğrusunu isterseniz özellikle son birkaç yüzyıldır bilim ve teknolojide katettiğimiz mesafe, bize bu konuda çok büyük bir farkındalık kazandırdı. Belki de gelecekte, yaşamı bambaşka bir açıdan görmemizi sağlayacak yeni pencereler açılacak ama şimdilik, bilim çevrelerinde kabul gören Büyük Patlama (Big Bang) teorisine göre evren, yaklaşık 13,8 milyar sene önce büyük bir patlamayla oluştu ve bu patlamayı takiben tekillik noktası denen noktadan itibaren genişlemeye başladı. Bazı temel kuvvetlere tabi olarak kesintisiz bir şekilde devam eden bu süreç, maddenin ve akabinde galaksilerin, yıldızların, gezegenlerin oluşmasına zemin hazırladı. Bu silsilede, kozmik okyanustaki yuvamız olarak nitelendirebileceğiz Dünya’nın yaklaşık 4,5 milyar yıl önce oluştuğu ve gezegenimizde yaşamın yaklaşık 3,5 milyar yıl önce başladığı tahmin edilmektedir.
Bugün, sözünü ettiğimiz bilimsel gelişme sayesinde evrendeki yerimizi az çok biliyoruz. Gezegenimiz, Güneş sisteminde yer alıyor; Güneş sistemi, Samanyolu galaksisinde ve Samanyolu galaksisi, evreni oluşturan milyarlarca galaksiden sadece birisi. Peki, bu bilgi bize ne kazandırıyor? İşte bu noktada, aslında pek de aşina olmadığımız bir kavram olan kozmik tarih bilinci devreye giriyor. Kozmik tarih bilincini, zamansal ve mekânsal olarak evrendeki yerimizin farkında olmak şeklinde tanımlayabiliriz. Bu farkındalık, sonsuzlukla eş değer tutulan varoluşta, insanlık olarak konumumuzu anlayarak kişisel ve kolektif anlamda hedeflerimizi, ideallerimizi gözden geçirmemiz konusunda bize fayda sağlayabilir çünkü çoğu zaman gündelik yaşamın hızlı temposuna kendimizi kaptırıp büyük resmi görmeyi unutabiliyoruz. Öyle ki koskoca evrende, yaşadığımız Dünya’nın küçücük bir zerre olduğunu ve yaşamlarımızın bir kıvılcım misali, çok ama çok kısa zaman dilimlerini kapsadığını göz ardı edebiliyoruz.
Bu gerçeğe vâkıf olabilmek için Amerikalı bilim insanı Carl Sagan (1934-1996) tarafından popüler hâle getirilen kozmik takvim kavramını ele alalım. Evrenin var olduğu Büyük Patlama anından bu zamana kadar geçen yaklaşık 13,8 milyar yıllık süreyi bir yıla sıkıştırdığımızda Büyük Patlama’nın 1 Ocak gününün ilk saniyesinde gerçekleştiğini varsayarsak Güneş Sistemi ve ardından Dünya’nın oluşumu eylül ayına denk geliyor. İnsanlık olarak biz ise 31 Aralık gecesinin son saniyelerinde sahneye çıkıyoruz. Bu saptama, kendimizi değersiz ve önemsiz hissetmemize yol açmamalı çünkü ne kadar küçük olursa olsun, her bir parça bütünde özgün bir konuma sahip. Asıl amacımız, insan türü olarak Dünya’daki ve evrendeki yerimizi daha iyi anlayıp yaşamlarımızı buna göre şekillendirebilmek. Böylelikle, varoluşumuza dair bazı kemikleşmiş varsayımları tarafsızca değerlendirip anlam arayışımızı rasyonel bir zeminde yürütebiliriz.
* Bu blog yazısında kullanılan görsel Greg Rakozy’ye aittir.